Komünist-devrimci hareketlerin önderlikleri ve aydınları faşizm koşullarında “birlik” üzerine çok fazla söz sarf ederler. Modern zamanların faşizmlerinin post-modern zamanlarda yeni faşizmler olarak ortaya çıktığı tarihsel kesit içerisinde, bütün cümlelerin “birlik”le başlayıp “birlik”le bittiği, ancak pratiğin tam aksi bir yönde gerçekleştiği durum söz konusudur. “Bölünme” süreçlerini tetikleyen esas aktörlerin “birlik” söylemlerini en çok tekrar edenler olmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Türkiye ve Kürdistan’da “birlik” ve “bölünme” deneyimlerine bakıldığında bu paradoks kolaylıkla görülebilir.
Bölünmelerin belirli periyotlarda tekrar ettiği ve süreklilik durumu kazanarak kısır döngüye dönüşmesine fazlasıyla işaret edilmiş, ancak bölünmeyi yaratan olgular yeterince irdelenmemiştir. Çoğu zaman örgütsel tasfiyeler bu kesimler tarafından bölünme olarak lanse edilmiştir. Bu irdelememe durumu, devrimci ve komünist hareketler içerisinde genellikle gündeme alınıp sorgulanmıyor, alındığı zaman ise iç çelişkisi gözden kaçırılıyor. Sorunun kaynağını kendinde aramaya teşebbüs etmek aynı zamanda dolaysızca sorumluluğu üstlenmeyide gerektirdiği için bunun yerine daha kolay bir izah etme yolu aranır ve bu izahın bulunması da genellikle çok zor olmuyor. Dışsal çelişkiye odaklanılır ve bölünmenin nedeni dışsal bir “düşman” olarak tespit edilir. Bu dışsal irdeleme mantığının gerisinde yatan düşünsel yapıların işleyişi göz ardı edilir ve sürekli bölünme hâli solun “kaderi” olur. Devrimci-komünist hareketlerin çelişkiyi genellikle dışarıda aramaları hem yöntemsel problemi hem de bu anlayışın arka planında duran düşünsel yapının işleyişi göstermesi bakımından incelenmeye değerdir. Bu olguların incelenmesi sorunun çözümü noktasında anahtar işlevi görebilir. Sistemin, devletin ve siyasal iktidarın oluş halinin yeterince kavranmaması, sorunun köklü çözümünü olanaklı hale getirmiyor.
Resmî komünist ve devrimci hareketin, sistemi var eden bütün oluş durumlarını tek yanlı bir bakış açısıyla algılaması, sistem karşıtı mücadelenin de problemli biçimde düzenlenmesine neden olur. Resmî olandan hareket eden komünist ve devrimci hareketin savunularında, yaşamla, siyasetle kurulan ilişkide bu durumun yansımaları daha bir görünür olur. Bu algılama biçimi, sadece komünist hareketin önderliğinin, üyelerinin toplumsal yaşamı algılama biçimi değil ama aynı zamanda komünist ve devrimci hareketin aydınlarının algılama biçimidir. Sistem ve iktidar ilişkisi, solun düşün dünyasında sadece kapitalist sistem ve siyasal iktidara hapsedilmiştir. Komünist ve devrimci hareketlerin iktidarı tek boyutlu kavramaları, iktidarın öteki yüzünü çoğunlukla görünmez hâle getirir. Bütün bakış açılarının kendilerine göre şekil aldığını varsayan, dolayısıyla kendisi bir bakış açısı olmayan, en tepede duran ve bütün bakış açılarının üzerinde bir bakış açısı olan, bu tanrısal güç “öteki” iktidarın tezahürüdür. Resmî olanla kurulan ilişki, iktidarın düşün yapılarıyla kurulan ilişkidir. Resmî alan üzerine kurulu mekanda “oyun”a dahil olunur. “Oyuncu” “oyun”u oynamayı, mevcut şartlardan memnun olarak oynamaya değer gördüğünden “sanı”larla hareket eder. Sosyal yapı ve buna dayalı ilişki ağı geçmişten gelen ve geleceğe uzanan tarihsel yapı formuyla ilişkilidir. “Sanı”lar üzerine kurulu düzenin düşün tarzında bu durumun sorgulanması olanaklı olmaz. Sanılardan ve yatkınlıklardan yola çıkıldığından pratik yaşamı biçimlendirme hâli farkında olarak ya da olmayarak yapının işleyişine alışma haline dönüştürülür. Bütün ilişki ağı resmî olanın retoriği içerisinde gerçekleştiğinden kendisini komünist ve devrimci oluşumlar adına vekil tayin eden peygambere, teatral sahneye aydın kılığına bürünerek çıkma ve üst perdeden kamuoyuna seslenme olanağı doğar.
Aydın kisvesi altında karşımıza çıkan peygamber, bu ilişkiyi gizler. Sınıflı formasyonlarda ve kapitalist sistemde egemen sınıfların toplumla kurdukları ilişki, resmi alan üzerine inşa edilmiş mutabakata dayalıdır. Komünist hareket bu ilişkiyi yeterince incelemedi.
Manuel Bakırciyan